Orthodox Hymns in Turkish

13 Aralık 2008 Cumartesi

İçinde kilise olan meyhane (Το μεζεδοπωλείο που στο εσωτερικό του έχει μία Εκκλησία)



Moda Park Lokantası, nam-ı diğer Koço, 1930'lu yıllardan bu yana içindeki küçük Rum kilisesi ile birlikte yaşıyor. 1924'te Rum balıkçılar tarafından bulunan Aya Ekaterini Ayazması, faal bir kilise. Ama kiliseye girmek için meyhanenin içinden geçmek gerekiyor.

Milattan sonra 294, İskenderiye. Aristokrat ve putlara tapan bir ailenin bir kızı olur. Adını Dorotea koyarlar. Büyüdükçe güzelliğiyle gözleri kamaştıran Dorotea, dönemin okullarında felsefe, hitabet, şiir yazma, müzik, fizik, matematik, astronomi ve tıp dersleri okur. Asaleti, fazilet sahibi olması ve güzelliği üzerine bir de kültürünü ekleyince herkes tarafından istenen bir gelin adayı haline gelir. Ancak onun kimselerde gözü yoktur. Hayatı peşinden koşan erkekleri reddederek, sıradan bir şekilde sürer. Taa ki bir gün bir rahip ona İsa Peygamber'den sözedene kadar...

Dorotea, İsa'ya inanır, vaftiz olur ve ‘‘taçlandırılmış taç’’ anlamına gelen Ekaterini adını alır.

Kral Maksimianus dönemi. Ekaterini, İsa Peygamber'e olan bağlılığını açıklar ve kralı putlara adadığı kurbanlar nedeniyle halka şikayet eder. Kral, imparatorluğun dört bir yanından 50 hatibe, azizeyi davasından vazgeçirmeleri için emir verir. Ekaterini kralın kendisine gönderdiği hatipleri de İsa'nın yaydığı dine iman etmeleri için ikna eder; konuşurken eski Yunan filozoflarının hakiki tanrı hakkındaki vecizelerini hatırlatmaktadır. İşte bundan sonra pek çok baskı görür, işkencelere uğrar. Yine de yılmaz. Verdiği ilahi örneklerle, önde gelen aristokratları, hatta imparatorun eşini dahi etkiler. Başı kesilir.

Aya Ekaterini'nin vücudunun, melekler tarafından Sina Yarımadası'nın en yüksek dağının tepesine götürüldüğüne inanılır. Bu tepe bir gün azizenin adıyla anılmaya başlayacaktır.

Aradan üç asır geçer. Kral Jüstinyen'in bu tepede yaptırdığı manastırın rahipleri rüyalarında Aya Ekaterini'nin naaşının yerini görürler. Naaş bulunduğu yerden alınarak, daha sonra azizenin adını taşıyacak manastırın ana bölümünde mermer bir lahite yerleştirilir. Ve o günden sonra, lahitten miron (Kutsal parfüm) yayıldığına ve bunun günümüze kadar gelen bir mucize olduğuna inanılacaktır.

1924, İstanbul. Moda kıyısında Rum balıkçılar tarafından keşfedilen ve bir kaya deliğinden fışkıran suyun, kutsal olduğuna karar verilir. Rivayete göre suyun etrafında eski bir kilisenin temellerine ve Aya Ekaterini'nin bir ikonuna rastlanmıştır. Üzerine ahşap bir bina inşa edilip ziyarete açılan küçük Rum kilisesine, daha doğrusu ayazmaya Aya Ekaterini adı verilir.

‘Müsü Koço’nun yeri

Moda Vapur İskelesi'nin hemen yanında bulunan ayazmanın üzerindeki bina 1934-35 yıllarında yıkılarak, yerine lokanta yapılmak üzere yeni bir bina inşa edilir. Ama ayazma aynen korunur, 1950 yılında onarımdan geçer. Ayazmanın üstündeki bina, ilk olarak Konstantinos Koço Korontos tarafından ‘‘Moda Park Lokantası’’ adıyla bir kır kahvesi olarak hizmete açılır. Adı bugün de Moda Park Lokantası olan mekan, hálá Koço olarak biliniyor. Çünkü sahibiyle ünlü; Mühürdar'da da bir gazinosu olan ‘‘Müsü’’ Koço, belli ki ününün çoğunu bazı günlerde ücret almadan servis yapmasına borçlu.

1954'te ölümüne kadar Moda Park Lokantası'nın işletmesini sürdürür Koço Bey. Ölümünden sonra lokantayı, çalışanlarından Gökçeadalı Atanaş Cano ile Stelyo Mavro devralır. 85 kişilik kapalı salona, 80 kişilik yarı açık bölüm daha eklenir, yani bahçeli bir lokanta olur Koço. Kapasite 250 kişiye çıkar. Cano ve Mavro'nun da 1980'lere kadar işlettiği ama artık yaşlandıklarından (İkisi'de 1994'te göçmüş bu dünyadan) servise yetişemedikleri lokantayı, 1985'ten bu yana, eski aşçılardan Şeref Yavuz, Hilmi Suna, Fahri Şeker ve Mustafa Yılmaz işletiyor. Mal sahibi ise Aldo Bey.

Dünyada tek

Dünyanın pek çok kentinde Aya Ekaterini'nin adını taşıyan kiliseler, ayazmalar var. Türkiye'de ise sadece bir tek Moda Burnu'ndaki Aya Ekaterini Ayazması bu adı taşıyor. Ayazma'nın değil Türkiye, belki de dünyada ‘‘tek’’ sayılmasını sağlayabilecek asıl özelliği ise bir meyhanenin ortasında olması! Gerçekten de bu Rum kilisesine girebilmek, mum dikebilmek, rahibin duasını dinleyebilmek için meyhanenin içinden geçmek gerekiyor. Ya da tam tersi, meyhanenin bahçe masalarına oturmak için ayazmanın yanından geçmek...

Moda Park Lokantası'nın kapısından girdiğinizde denizi her yanından görebileceğiniz camekanlı büyük salonda da oturabilirsiniz; diğer kapıdan çıkıp bahçeye de geçebilirsiniz. İşte o geçişte, tam sağınızda kalan birkaç basamaktan indiğinizde göreceksiniz ayazmayı.

Mikroskobik denebilecek boyutlarda ufak kilise olan Aya Ekaterini'ye demir bir kapıdan giriliyor. İki beton basamak indikten sonra sağa doğru birkaç basamak daha var. Kapının karşısındaki duvarda gümüş işlemeli bir Aya Ekaterini ikonası karşılıyor gelenleri.

Bu küçücük bir odadan oluşan kiliseye de başta Koço'nun müdavimleri gibi Modalılar gelirmiş. Şimdi ise sadece Moda'nın Rumları değil; üstelik sadece Hıristiyanlar değil; İstanbul'un pek çok yerinden, tüm dinlere mensup insanlar, hatta Müslümanlar da ziyaret ediyor Aya Ekaterini'yi. Hepsi de pazartesi günleri Metropolit kilisesinden gelen papazın okuduğu dualara amin diyor, mum dikip dilekte bulunuyor.

Bu insanlardan bir kısmının inandığı ve dilden dile aktardığı, ‘‘Aya Ekaterini sevdiğine kavuşamamış. Ruhu hala buralarda geziyor. Eğer sevgiliye kavuşmakla ilgili bir dilekte bulunursanız asla kabul olmaz. Ama Aya Ekaterini, işle parayla ilgili dileklerinizin hemen kabul edilmesini sağlar’’ rivayetinin ise nereden kaynaklandığı bilinmiyor.

Rakı, miron, ilahi

Ayazma'ya eğer sabah saatlerinde giderseniz, öğle ve akşam için hazırlıklara başlamış Koço çalışanlarının soyduğu soğanları, patatesleri; ayıkladığı balıkları görerek geçeceksiniz salondan. Sizin gibilere alışmış olsalar da pek muhabbetle bakmayabilecekler yüzünüze, olsun yürümeye devam edin, az sonra ayazmadasınız. Küçük de olsa, bir kilisenin hissettirebileceği herşeyi hissettirecek size.

Eğer akşam saatlerinde meyhaneye giderseniz, kimbilir, belki de bir miron kokusu gelecek burnunuza; kulağınıza kilise ilahileri çalındığını sanacaksınız, güzel ve davasına inançlı bir kadın silüeti geçecek gözlerinizin önünden, Aya Ekaterini'yi anacaksınız. Eğer bu yazıyı sonuna kadar okuduysanız, bir meyhane ile kiliseyi ve o kiliseye adını vermiş bir azizenin hayatını aynı yazıda buluşturmanın, becerilmesi ne denli zor, hatta imkansız bir çaba olduğunu düşünecek, böylece beni anlayacaksınız.

ERRR TARAF AYNI 1931 doğumlu Tanaş bey, 1959'dan beri Koço'da. Biraz suratsız da olsa şef garson. Lokantanın eski sahiplerden Tanaş Cano'nun Gökçeada'dan ahbabıymış: ‘‘1959'dan bu yana bina olarak herhangi bir değişiklik olmadı, eerr taraf aynı’’ diyor. ‘‘Sadece bazı düzenlemeler yapıldı. Yemeklere gelince, bizim zamanında iki üç çeşit balık da vardı ama ağırlık daha çok etteydi. 1985'e kadar. Sonra daha çok deniz ürünü ve balık ağırlıklı oldu. En mehşur mezelerimiz midye ve arnavut ciğeridir.’’

Denize karşı deniz ürünleri

Moda Park Lokantası, kısa adıyla Koço, 1960'larda püreli rostosu, sosis sotesi, kaşarlı İtalyan makarnası ve şişiyle meşhurdu. O zamanlar çok rakıcı yoktu ortalıkta, yemekte bira ya da kırmızı şarap içilirdi. Bugün olduğu gibi, o zaman da ‘‘her kesimden’’ müşterisi vardı lokantanın; ‘‘en üst tabakadan en alt tabakaya kadar’’, çünkü fiyatlar ortalamaydı.

Koço'nun aşçısı, '59'dan beri aynı. Yardımcıları değişmiş sadece. Zaman zaman salatanın içinden istenmeyen şeyler çıkabiliyorsa da mutfak da aynı gelenekle devam ediyor. Bugün bol bol rakının içildiği Koço'nun prensibi, mezelerin günlük olması. 15 civarında soğuk mezeyi, midye, ciğer, börek, kalamar ve karides güvecin başı çektiği ara sıcaklar izliyor.

Özellikle baharda ve yazda, sevimli Moda Vapur İskelesi ve muhteşem Moda denizine bakan manzarasıyla bahçesi tıklım tıklım olan Koço'nun işletmecileri, lokantanın 70-80 yıldır ayakta kalabilen bir müessese olmasıyla gurur duyuyorlar. Ya ayazma? Müslüman Mustafa Yılmaz'a, meyhanenin ortasında bir Rum kilisesi olmasından dolayı rahatsızlık duyup duymadığını soruyorum. ‘‘Niye rahatsız olalım ki’’ diyor, ‘‘Orada duruyor, insanlar geliyor.’’

Koço'nun kendine pek güvenen aşçısı Muharrem Usta'nın (Aslan) yaşı 60'ın üstünde.



Emel ARMUTÇU


http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2000/02/01/177171.asp ‘den bir alιntιdιr

AZIZ FAKIRLER KOSMAS İLE DAMİANO (AΓΙΟΙ ΑΝΑΡΓΥΡΟΙ ΚΟΣΜΑΣ ΚΑΙ ΔΑΜΙΑΝΟΣ)


Hıristiyan’ca yetiştiriliyorlar

Aziz Fakirler, Kosmas ile Damianos kardeş olup kendileri Asya’dandılar. Aynı isim ile, Kosmas ve Damianos adında, daha başka iki çift Aziz Fakirler mevcutturlar. Onlar da kardeş ve doktordular.

Onlardan bir çifti Roma’dan olup 17 Ekimde kutlanırlar. Diğer çift ise Arabistan’dandır ve onlar da 17 Ekimde kutlanırlar.

Onları fakirler olarak adlandırmanın sebebi, hastalarını bedava tedavi ettikleri içindir. Bunların ikisi de doktordular.

Burada, Asyalı Aziz Fakirleri, Kosmas ile Damianos’u inceleyeceğiz. Bunların ikisi kardeş ve maddî durumu iyi bir aileden geliyorlardı. Bunların babası önceleri putperest idi. Daha sonra ise İsa Mesih’e inandı Hıristiyan oldu. Hıristiyan olduktan sonra çok az zaman yaşadı. Fazilet ve sağduyu ile yaşadı. Çünkü, kısa süre sonra Yaratıcı Tanrι’ya canını teslim etti. Çocuklarını da ilâhî korumaya, annelerinin özenine bıraktı.

Annelerinin adı Theodoti idi. Bu kişi, daha küçük yaşlardan itibaren, dindarlığı ve Tanrι’ya olan imanıyla dikkat çekiyordu. Dul kaldıktan sonra da, çocuklarına Hıristiyan terbiyesi vermeye daha çok çaba gösterdi. Kendisi dinine imanına bağlı biri olduğu için, çocuklarının örnek alabilecekleri en büyük örnek yerine geçti ve çok iş yaptı. Nitekim o, gerçek İsa Mesih’in yardımıyla kocasını putperestlikten Hıristiyanlığa döndürmeyi başarmıştı. Ona yakın olan diğer kadınlar da, birçok faziletlerinden dolayı kendisinin örnek alınması gereken bir kadın gibi ona bakıyorlardı.

Onun özen gösterdiği şey çocuklarıydı. Onların iyi eğitim almalarını istiyordu. Bu kadın, çocuklarının ilerlemesi ve yükselmelerinde kendilerine çok yardım ediyordu. Onun için de, genel eğitimden sonra, çocuklarının tıpta okumaları için malını kullandı.


Beden ve ruh doktorları

Çocuklar, daha küçük yaşlarından itibaren, diğer marifetleri arasında, ilme karşı duydukları merakla da öne çıkmışlardı. Onlarda yaşlılara has bir sağgörü mevcut olup herkesi hayran bırakıyordu. Dul Theodoti, bunu gizli bir sevinç olarak kabul ediyordu. Mütemadiyen ibadet eder ve çocuklarına yardım etmesi için Tanrι’dan istirham ediyordu.

Gerçekten de, çocukları Kosmas ile Damianos tıp fakültesine gittiklerinde sadece iki yol biliyorlardı: Kiliseye götüren yolu ve ikincisi de tıp fakültesine giden yolu biliyorlardı. Bϋyϋk Vasilios ile Theologos Grigorios’un Atina’da eğitim gördükleri zaman uyguladıkları taktiğin aynısını uyguluyorlardı. Belirli bir süre sonra ikisi de doktor olarak mezun oldular. Bugünün diliyle, tıp fakültesi diplomasını aldılar.

Hemen, tüm hayır işlerindeki itici güç olan sevgi, harekete geçti. Yakınlarındaki bazı insanların temel bir tedavi bile görmeden öldüklerini gördüklerinde, insan sever duyguları, onları tek bir an için bile rahat bırakmıyordu. Analarına lâyık çocuklar, bedbaht insanlardan alacakları paralarla zengin olmak istemiyorlardı. Onlar mesleklerini, kutsal bir görev ve yüksek bir kamu hizmeti gibi görüyorlardı. Onlar, mallarından artanlarla sade bir şekilde yaşıyorlardı. Az şeyle yetinirler ve çok şey de istemiyorlardı. Tıp ilmini, yanı başındaki insanlara bir hizmet gibi görüyor ve öyle de yapıyorlardı. Hiçbir zaman para almıyorlardı. İkinci elbiseleri bile yoktu.

Onlar için önemli olan bedenin sağlığı değil de, asıl ruhun sağlığıydı. Asıl buna özen gösteriyorlardı. Onun için de, her zaman ve her yerde İsa Mesih’in adını zikrediyor ve söylüyorlardı. Hiçbir fırsatı değerlendirmeden bırakmıyorlardı. Onlara göre, ilk ve en önemli görev olarak ruhların müjdelenmeleriydi. Müşahede edilmiştir ki, acı, insanın ruhunu derinliklerine kadar geliştirir ve İncil’in kurtarıcı vaazını daha büyük bir istekle kabul etmektedir.

Aziz Kosmas ve Damianos, hastalarından para almama taktiğiyle tüm çevreyi fethetmişlerdi. İnsanlar onları, asıl adları olan Kosmas ve Damianos ile çağırmazlardı. Onları, FAKİRLER olarak çağırıyorlardı. Bu sıfat, Azizlerin nezaketini ve ruhî meziyetlerini çağrıştırıyordu.


Havarilere has istidatlar

İnsanlara karşı besledikleri ve yaptıkları sadaka, insan severlik ve insana hizmette ayırım yapmıyorlardı. Zengin ve fakir kişiye aynı muamelede bulunurlardı. Tedaviyi herkese bedava yapıyorlardı. İster yabancı olsun ister yerli, hiçbir ayırım ve özel tercih gözetmeksizin herkesi tedavi ediyorlardı. Bunların evi, modern bir vaftiz kazanı hâlini aldı. Hem de galiba ondan daha yüksek. Çünkü o, senede bir hasta tedavi ediyordu. oysa bu ev, her gün bir sürü insanın tedavi olduklarını görüyordu.

Azizler bu şekil yaşamlarıyla, Havarilere has istidatlara lâyık görüldüler. Tanrι tarafından havarilere verilen, insanları mucizevî bir şekilde tedavi etme istidadını bunlar da elde etmiş oluyorlardı. Şimdi, şifalı ot, yakı kâğıdı ve herhangi başka bir tedavi usulü kullanmaksızın, hastaları Kutsal Ruh’un inayetiyle tedavi ediyorlardı.

Azizlerin alçakgönüllülüğü o kadar ileri gitmişti ki, hastaların yaralarını kendileri temizliyorlardı. Sadece insan değil, hayvan da. Hasta hayvan gördüklerinde onu da tedavi ediyorlardı.

Azizler, Tanrι’ın inayetini hiçbir zaman istismar etmediler. Mucizevî tedavilerin, kendi güçleriyle meydana geldiğini hiçbir zaman söylemediler ve demediler. Onlar, her zaman Tanrι’ın gücüyle meydana geldiklerini söylüyorlardı.

Muhakkak ki, Hipokrat’ın, Galinos’un, Dioskoridis gibi doktorların eski kitaplarını okumuş ve biliyorlardı. Fakat, en çok, Tanrι’nın adı onlara lâzımdı.

İsa Mesih’in adı onlar için tedavilerinde kılavuz ve yardımcıydı. İsa Mesih adına hastaları tedavi ediyorlardı.

O günün tıp ilmi, bir körü, bir topalı tedavi edemiyor ve ölmüş birini de yeniden diriltemiyordu. Ancak Aziz Fakirler, İsa Mesih’in gücüyle hepsini başardılar. Uzaktan insanlar onların bu mucizevî gücünü duyunca, her gün onların yanına koşuyor ve onlara tedavi için kör, topal, kendilerine cin çarpmış insanlar, yatalak ve her çeşit hastaları getiriyorlardı.

Böyle de ayrılmıyorlardı. Ayrılılarken, çift tedavi yaptıkları için seviniyorlardı. O da, hem bedenî, hem de ruhî idi. Sabırsız ve sinirli olan hastayı, sabırlı ve sakinleşmiş biri olarak yapmayı başarıyorlardı. Mızmızın biri insanlara karşı sızlanan ve de Tanrι’nın kendisine karşı da konuşmaya hazır olan birine, sevgi ve büyük bir kabiliyetle, insanlara karşı iyi olmayı ve Tanrι’ya da her zaman minnet duyması gerektiğini öğretiyorlardı.

Ruhî hastalıkları ve ruhun büyük yaralarını kendileri tedavi edemedikleri vakit, en tecrübeli ve akıllı din adamlarını ile günah çıkaran papazları da yardıma çağırıyorlardı.

Bu iki kardeşin Hıristiyanlık sevgisi, fakir hastaların masraflarını da karşılamaya sevk ediyordu.

Hiçbir zaman teşekkürleri kabul etmiyorlardı. Hastalarına verdikleri öğüt, Tanrι’ya şükür etmeleri gerektiği idi. Çünkü tüm bu hayırlar-iyilikler ve tedaviler Tanrι’dan oluyorlardı.

Bu görevi bize Tanrι öğretti diyorlardı. Biz de onun için bu görevi yerine getiriyoruz. Bizim maaşta gözümüzün olmadığı doğru değildir. Biz sizin tarafınızdan ödenmiyoruz. Bize kalan gökyüzü maaşıdır ve onu da Tanrι bize veriyor. Biz pahalı ödenenleriz. Bize niye teşekkür edesiniz?


Fakir kadının küçük armağanı

O zamanlarda, Palladia adında bir kadın vardı. Ağır bir hastalıktan hasta olup uzun zaman da yatakta yatıyordu. Daha önce de dediğimiz gibi, Azizler, gelen hastaları tedavi etmekle kalmıyor, gelemeyen hastaları arıyorlardı bile. Hasta kadın Palladia’nın evine girer girmez onu tedavi ettiler. O kadar iyi oldu ki, o kadın sanki hiç hasta olmamış gibi olmuştu.

Azizlerin bu büyük, acayip ve mucizevî tedavilerinden dolayı sevinç ve memnuniyet dolu olan bu kadın, onlara teşekkür etmek ve onlara bir şeyler vermek istemişti. Ancak, hangi yolla bunu başaracağını bilmiyordu. Onun için de bir gün, o fakir kadın, üç yumurta aldı ve onları Aziz Fakirlere verdi. Bunu da duyduğu memnunluktan dolayı en küçük bir minnet borcu olarak yapmıştı. Aziz Fakirler, şöyle usulen o yumurtaları onlara verdiğini gördüklerinde, o yumurtaları kabul etmediler. Bu bahşiş onlara küçük göründüğünden falan değil, yaptıkları tedavi işi için herhangi bir maaş almak istemedikleri içindi. Hiç kimseden bir şey almama ilkelerine bağlıydılar. “Bedava alın, bedava verin” ilkesini uyguluyorlardı.

Ancak, tabiî olduğu gibi, o kadın çok üzüldü. Onun için de fırsat “bekliyordu”. Bir gün, küçük kardeş, Aziz Damianos yalnız olduğu bir vakitte, gözlerinde gözyaşlarıyla ona şöyle dedi:

- Bana niye hor bakıyorsunuz? Benim size olan bahşişimi, sanki tiksindirici bir şeymiş gibi, neden kabul etmiyorsunuz? Bahşişin küçük ve benim de fakir olduğumdan mı? Sana çok rica ediyorum, beni daha çok üzme. Benim bu küçücük armağanımı sanki büyük bir armağanmış gibi kabul et.

Aziz, bu sözleri işitti ve yüreği paramparça oldu. Ona acıdı ve üç yumurtayı aldı. Birkaç gün sonra, bu olayı büyük kardeşi Kosmas’a anlatır. Aziz Kosmas o zaman çok üzüldü ve küçük kardeşine bazı sert uyarılarda bulundu. Çünkü, Tanrι’ya karşı verdikleri sözü, küçük kardeş çiğnemiş olmuştu. Tanrι’ya karşı verdikleri söze göre, hiçbir hastadan para almayacaklardı. Bunu o kadar kötü saydı ki, öldüklerinde, kendisiyle kardeşini bir arada gömmemelerini istedi. Ona o kadar ağır göründü ki, bu aldıklarını, bir karşılık olarak kabul ettiğini sanmıştı. Palladia’ya uyguladığı tedavinin karşılığı olarak addetmişti.

Ancak, Tanrι, Damianos’un maksadını çok iyi biliyordu. Aziz Kosmas’ın böyle sıkıntı ve üzüntü çekmesine izin vermedi. Damianos kardeşinin maksadını bir sanrı ile Kosmas’a bildirdi.

O da koştu ve ondan özür diledi. Fakat o sanrıyı insanlara açıklamadı. Ne kardeşini üzdüğünü, ne de, daha önce söylediği gibi, kardeşiyle aynı mezara gömülmeme isteğini yeniledi.

Günlerden bir gün, Azizler, Asya’da olan insanlara iyilik yapmak için gezerlerken, Fereman bölgesine vardılar. Orada Damianos hastalandı ve Tanrι’nın rahmetine kavuştu. Onun ruhunu melekler alıp Gökyüzü Krallığına taşıdılar. Kosmas, onun aziz naaşını kalabalık bir Hıristiyan topluluğuyla orada toprağa verdi. Kısa süre sonra Kosmas da vefat etti.


Devenin sesi

Ancak, Hıristiyanlar, Azizin eski bir isteğini, aynı mezara gömmeme arzusunu göz önünde bulunduruyorlardı. Fakat, bu arada, snarı vb. şeylerden, olup bitenlerden de haberleri yoktu. Ama Tanrι, isteğini, bizim hiç beklemediğimiz yerden bize gösterebilir.

Bu durumumuzda, ses gökten gelmedi, ne de herhangi bir melekten. Daha harika ve şahane bir şey oldu. Geçmiş zamanda Tanrι demişti: “Taşlar konuşuyorlar”. Burada da taş konuşmuyor. Bir deve konuşuyor. Bir zamanlar, Aziz Kosmas onun ayağını, ciddi bir hastalıktan tedavi etmişti.

Hıristiyanların bu şaşkınlıkları karşısında, deve, insan sesiyle konuştu. Tanrι’nın arzusu, iki kardeşin de aynı mezara konulmaları gerektiğini söyledi ve sonra da dağa doğru gitti.

Hıristiyanlar, bu harika olaydan sonra, devenin dediğini yaptılar. İkisini de bir mezara gömdüler.

Bu mucizeyle belki çok kişi gülecektir. Tanrι’nın meleğinin gelip zuhur edeceğine inanıyorlar. Mucizevî bir tedavinin olabileceğine de inanıyorlar. Ölü bir insanın da yeniden dirilebileceğine inanıyorlar. Ancak, insan sesiyle bir hayvanın konuşabileceğine inanmıyorlar.

-“Bu olamaz, imkânsız”, diyorlar.

Ancak, bunlara, Eski Ahit’in, Çölde Sayım Kitabını açmalarını tavsiye edeceğiz. 22. bölümde, 28. satırdan sonra şunları yazmaktadır. “ Bunun üzerine RAB eşeği konuşturdu. Eşek Balam`a, “Sana ne yaptım ki, üç kez beni böyle dövdün?” diye sordu.”

Aziz Fakirlerin kerametleri

Aziz Fakirler, ölümlerinden sonra da birçok kerametler göstermişlerdir. Biz burada bunlardan birazına değineceğiz. Bunlarla da, Tanrι’ın inayetinin mucizevî bir şekilde, Tanrι’yı memnun etmek için çalışmış olan insanlar sayesinde harekete geçtiği görülür.


Hidropslu (vücudu su toplamış olan) hasta

Yaşlı bir Hıristiyan adam, korkunç hidrops (vücudunda su toplama hastalığı) hastalığına tutulmuştu. Aziz Fakirlerin kerametleri hakkında bir şeyler duydu. Onu, Aziz Fakirlerin kilisesine götürmelerini akrabalarından istedi. O hastayı oraya götürdüler, onu Aziz Fakirlerin ikonasının önüne attılar ve orada bayağı gün kaldı. Aziz Fakirler onun imanını test ettiler ve o hastayı hemen tedavi etmediler.

O hasta kişi, diğer hastaların gelip hemen tedavi olduklarını görüyordu. Bu hasta kişi sabrını kaybetti ve dua etmek bir yana, üstüne, küfür etmeye bile başlamıştı.

Bir gün, onu oradan almaları için akrabalarına haber saldı. Böylece, en azından evinde ölmüş olacaktı. Akrabaları oraya gidip onu yatağıyla beraber aldılar. Ev uzak olduğu için, uzunca bir zamandan sonra, onu bol su ve gölgesi olan bir yere salıp kendileri dinlenmek istediler. Bunlar yorgun oldukları için orada uykuya daldılar. Hasta adam ise, acı ve telâştan dolayı uyumamıştı.

O vakit Aziz Fakirler, sade birer yolcu gibi kendisine görünüp derler:

- Neyin var ki böyle yatalaksın? Nereye doğru gidiyorsun?

- Neden hasta olduğumu görmüyor musunuz? Şimdi de evime, çocuklarımın yanında ölmeye gidiyorum.

- Buraya yakın olan Aziz Fakirlerin kilisesine tedavi olmak için niçin gitmedin? Şu kadar uzak mesafeden gelen hastaların iyileştiğini sen hiç duymadın mı?

- Ben de oraya gittim ve şimdi de oradan geliyorum, der hasta adam. Ancak, herhangi bir yardım da görmedim kendimde. İnsanlar, sözüm ona, Aziz Fakirler hakkında yalan söylüyorlar. Buna ispat olarak da, işte beni de tedavi edemediler.

- Aziz Fakirler, hey insan, küfür etme, derler kendisine. Geri dön ve İsa Mesih’in gücünü göreceksin.

- Beni şimdi oraya kim götürür ki? İnsanlar bana şu kadar yardımda bulundular ve artık beni taşımaktan usanmışlardır.

- Aziz Fakirler, sen onları bırak, derler. Onlar orada dinlenedursunlar. İsa Mesih’in sevgisi için seni oraya biz götüreceğiz.

Aziz Fakirler, onu yatağıyla beraber kaldırdılar ve o hastayı kiliseye götürdüler. Onu ikonanın önünde bıraktılar ve hemen oradan kayboldular. Sonra onun akrabaları uyandılar. Onu orada bulamayınca yeniden kiliseye gittiler ve onu orada buldular.

Gece olduğu zaman Aziz Fakirler, ona ellerinde kılıçlarla görünürler ve Kosmas da Damianos’a şöyle der:

- Şu ihtiyarın karnını yar, çünkü o kutsal şeylere küfür edenlerdendir.

Onun karnını yardıkları kendisine göründü ve korkusundan uyandı. Gerçekten de o zaman karnının yarıldığını, bütün su ile kötü kokunun da dışarı çıktığını gördü. Bedeni de yine eski hâlini aldı.

Devamında, yarasını da mucizevî bir şekilde Aziz Fakirler tedavi ettiler. Bu adam, böylece, tamamen sağlıklı bir şekilde evine döndü. Tanrι’na şükretti ve Aziz Fakirlere de teşekkür etti.


Kılık değiştirmiş olan şeytan

Aziz Fakirlerin metfun oldukları, Asya’nın Fereman bölgesinde, uzak bir memlekete gitmesi gereken bir tüccar vardı. Karısını alıp Aziz Fakirlerin mezarına gitti. Orada Aziz Fakirlere yalvarıp, karısını onların korumasına bıraktı ve onlara şöyle dedi:

- Aziz Fakirler ve keramet sahipleri, sizin korumanız altında karımı bırakıyorum. Sizin inayetiniz, ben dönünceye kadar onu örtsün.

Kendisi hakkında ileride duyabileceği herhangi bir habere veya mektuba da inanmaması gerektiğini karısına açıkladı. Sadece, üzerinde, yüzüğünün mührü olan veya kendi el yazısıyla yazılmış olanlara inanmasını istedi.

Ancak, daima insanı kıskanan şeytan, bir yolcu kılığına büründü. Kocasının el yazısıyla yazılmış gibi bir mektup hazırlar. O mektubu da karısının eline verir. Karısı, kocasının el yazısıyla yazılmış ve yüzüğünün resmini de görünce, kocasının sözüm ona yardıma ihtiyacı var diye, o adamın peşine takıldı.

Kılık değiştirmiş olan şeytan, o kadını bir uçuruma götürdü. O kadını öldürmek için, oradan aşağıya doğru onu hızla itti. Kadın o boşluğa düşer ve sadece şunu söyleyebildi:

- Aziz Fakirler, bana yardım ediniz!

Ansızın, kendini evinde bulur! Kendisine bir rüya gibi göründü. Ancak bu, bir gerçekti. Bu, büyük bir gerçektir. Ne olmuştu? Son anda Aziz Fakirler müdahale ettiler ve onu kesin bir ölümden kurtardılar. Sonraları, hayatı boyunca, Aziz Fakirler olan Kosmas ile Damianos’un bu kerametini hep söylemeğe devam etti.

Bu olay, bazı rasyonalistlere belki de inanılmaz görünebilir. Fakat, Eski Ahit’te meydana gelen burada da meydana gelmiştir: Daniel kitabinda, Habakuk Peygamber, Babil’de bulunan aslanlar çukuruna mucizevî bir şekilde nakledilir. Orada Daniil Peygamber de bulunmaktadır. Fakat, hemen Kudüs’e geri döner. “Tanrι’nın meleği, hemen Habakkuk’u memleketine nakletti”.

Bu arada şunu da belirtmek lâzımdır ki, Babil ile Kudüs arasındaki mesafe, yirmi dört saat yaya yürüyüşü demektir. “Tanrι istediği zaman, tabiatın düzeni yıkılır”.

Hayatlarında iken Tanrι’nın sevgisini kazanmış olan Aziz Fakirler, Tanrι’dan güç ve inayet aldılar ve böyle harika mucizeler yaratıyorlar.


Aziz Theodoros Sikeotis’i tedavi ediyorlar

Bugünkü Ankara’ya yakın, Sikeonas’ta olan Aziz Georgios Tropeoforos manastırında, Aziz Theodoros Sikeotis hasta bulunuyordu.

Bir gün hasta yatağında bulunup ölümle pençeleştiği bir zamanda, aziz melekler etrafında döndüklerini ve ona teselli verdiklerini gördü. O vakit Aziz, ağlamaya ve sabırsızlanmaya başladı.

Aziz Kosmas ve Damianos yanına gelip onun nabzını ölçtüklerini de gördü. O iki Aziz ona sordular:

- Kardeş, niye ağlıyorsun? İsa Mesih senin ömrünü uzatması için, bizim arabuluculuk yapmamızı istiyor musun?

- Cevap olarak dedi: Aziz beyler, hayatımın biraz uzatılmasını istiyorum. Çünkü ben tövbe etmemişimdir. Başında bulunduğum cemaatin irşada ve özene ihtiyacı vardır.

Gerçekten de! Azizler, hayatı elinde bulunduran İsa Mesih’e arabuluculuk yaptılar ve Theodoros, rüyasında genç birilerinin kendisine şöyle dediğini gördü: Bölgesindeki insanları Tanrι’ya götürebilmesi için hayatı uzatılmaktadır.

Theodoros derhal uyandı. Tanrι’nın bu büyük mükâfatı için kendisine şükretti. O artık tamamen iyileşmişti.


Midenin tedavisi sana yeter

Anadolu’dan bir dindar ve zengin bey, iyileşmeyen bir hastalıktan mustaripti. Kalbi olup, küçük yaşlardan beri de midesi ağrıyordu. Yemek yiyip su içemiyordu. Bunun en kötüsü de, kendisine cin çarpmış gibi görünüyordu. Üzüntü içerisindeydi. Ancak, Tanrι’ya ümidi vardı.

Onun için de, Aziz Fakirlerin kilisesine gitti. Orada birkaç gün kaldı. Tanrι’ya ve azizlere yalvardı ama hiçbir şey olmadι. O zaman, belki de Tanrι onun iyileşmesini istemiyor diye düşündü. Onun için evine dönmeye karar verdi. Ancak, o gece, rüyasında bir kişi göründü ve ona dedi:

- Evine dönmekten korkma. Gelecek Pazar gününe kadar bekle ve Tanrινın gücüyle Aziz Fakirlerin şanını göreceksin.

Pazar günü geldiğinde, hasta, daha önceki günlerde de yaptığı gibi, yine Aziz Fakirlerin ikonasının önünde dua etmeye başladı. Gece yarısına doğru, uyanık olduğu bir anda, kendi gözleriyle, kilisenin kutsal mihrabından Aziz Kosmas dışarı çıktı. Bütün kiliseyi geçti. Tüm hastaları ziyaret etti. Ancak, tüm bunları gören hastaya doğru dönüp bakmadı bile. Bey, dönüşünde ona doğru bakacağını sanmıştı. Aziz, kutsal mihraba girmeye yaklaşmıştı. O vakit, hasta, yanına gider. Onun ayaklarına kapanır ve onu tedavi etmesi için kendisine yalvarır. O vakit, Aziz ona dedi:

- Bu tatlıyı al. Onu ye ve tedavi olacaksın. Aynı anda eline bir tatlı koydu. Hasta bu tatlıyı eline aldığı zaman dedi:

- Tanrι’nın Azizi, bu amansız hastalık bana yeniden bulaşması için bir şeyler yap.

O vakit Aziz, elini uzattı, hastaya istavroz çıkardı ve ona dedi:

- Tanrι adına, artık sana bu hastalık bir daha sana bulaşmasın. Devamla şunları da ekledi: Ancak, sana diyorum ki, bundan sonra, bir daha hayatında bakliyat yemeyeceksin. O zamandan sonra midesindeki ağrılar kesildi.

Fakat, beyin başka hastalığı da vardı. Ara sıra dişleri de ağrıyorlardı. Azize, bu hastalığını da tedavi etmesi için ricada bulundu.

- Midenin tedavisi sana yeter dedi Aziz. Bu küçük hastalığın sende olması Tanrινın isteğidir. Çünkü, “Tanrι, derdi, sevdiği kuluna verirmiş”.

O vakit hasta, bu mükemmel mide tedavisi için Aziz’e teşekkür etti ve Tanrιυa şükrederek memnun ve mesrur bir durumda evine döndü.


Aziz Fakirlerin itibarı

Aziz Fakirler, kilise tarafından çok saygıyla anılıyorlar. Kilisede dağıtılan kutsal armağanlarda, Aziz Fakirler Kosmas ile Damianos, Kiros ile İoannis, Panteleimonas ile Ermolaos, Sampson ile Diomidis ve tüm diğer aziz fakirler adına özellikle pay dağıtılmaktadır.

Aziz Fakirlerin ve özellikle de Kosmas ile Damianos’un paraya değer vermeme şöhreti, onları Azizler içerisinde en sevilenler durumuna getirmiştir. “Dünyanın birinci doktorları”. Halk, çeşitli hastalıklarında bunlara müracaat etmektedir ve onlardan yardım dilemektedir. Hastaların tedavi edilmeleriinde, Azizlerin araya girmeleri için, kilisenin kendisi ricada bulunmaktadır. “Aziz Fakirler ve keramet sahipleri, bizim hastalıklarımızı ziyaret ediniz. Bize karşılksız veriniz ve bizden karşılıksız alınız”.

Aziz Fakirleri, Hastane Kuruluşları veya Tıp Dernekleri, onları koruyucular olarak ilân etmişlerdir. Kaplıcalar ve ayazmalarda, Aziz Fakirler adına küçük kilisecikler inşa edilmiştir. Atina Akropolis’te küçük bir mağaranιn içinde, güney tarafında “mucizevî bir ayazma akmaktadır”.

AZIZ ONUFRIOS (ΑΓΙΟΣ ΟΝΟΥΦΡΙΟΣ)



ON SOZ
Mısır’lı Aziz Onufrios’un hayatı, “İsa Mesih’e göre hayat”ımıza bol ışık saçmaktadır. Gökyüzüne has ışık kaynamakta, Tanrι ile Hıristiyanlar arasındaki gerçek ilişkiyi ortaya çıkarmakta olan bir ışık. Baba ile çocuklar arasındaki ilişki.

Bu “evlât” ilişkisi, sadece, yürekten tümüyle kendilerini Tanrι’ya teslim etmiş olanlar arasında hissedilmektedir. Bahtiyar Aziz Onufrios gibi, ki “meleklerin hayatlarını taklit ederek” O da öyle oldu. İlâhî yazarının yazdığı gibi: “Mısır’ın güzeli ve çok verimli palmiye ağacı”.

Dördüncü asırda, önce Mısır’ın Hermupoli-Thiva’ya yakın bir manastırda, daha sonra da ilâhî aşka gark olmuş bir durumda, susamış bir geyik gibi “su kaynakları üzerinde”, ünlü Mısır çölünü baştan başa geçti. İnsan gözünden altmış sene uzakta, yapayalnız, sadece Tanrι ile ihtiraslarına ve şeytana karşı sert mücadele verdi. O kadar arındı ve o kadar azizleşti ki, “münzevîlerin âlâsı” haline geldi. Böyle bir mükâfat karşısında, Tanrι’ın melekleri hayretler içerisinde, her tabiî ihtiyacında “hayal kuran Aziz Onufrios”a hizmet ediyorlardı. Melekler her Pazar, Aziz Onufrios’a, gökyüzü dinsel törenine katılan biri gibi, kendisine komünyon aldırırlardı.

Aziz Pafnutios, Aziz Onufrios’u, bu meleklere has hayatında bularak, O’nun, Tanrι’ın isteği doğrultusundaki hayatını yazdı ve onun orijinalini burada, dilde yapılan basit bir düzenlemeyle sizlere naklediyoruz.


AZIZIN HAYATI

(Aziz Pafnutios taraf?ndan yaz?lm?s ve bizim taraf?m?zdan dilde duzenleme yap?lm?st?r)


1. Gökyüzüne yolculuk

Bir gün hücremde otururken, Tanrι, kalbime bir işaret verip çölün derinliğine giderek, hayır dualarını almam için aziz insanlar bulmamı istedi. Manastırdan çıktım ve yanıma da biraz ekmekle su aldım. Büyük bir hevesle yolculuğuma başladım. Birkaç gün yürüdükten sonra kapalı bir mağara buldum. Alışılmış olanı söyleyerek kapıyı çaldım: “Tanrım affet”. Cevap duymadım. Kapıyı açtım ve içeride ibadet eder bir pozisyonda olan birini buldum. Ona değer değmez adam yere düştü. Üzerine giydiği elbiseler palmiye ağacı yapraklarından olup, uzun zamanın etkisiyle de ellerimde kül haline geldiler. Korkup bildiğim ve de yapabildiğim kadar bazı ilâhîler söyleyerek dua etmeğe başladım. İmkânlarım dahilinde onu defnettim ve bütün gece onun ruhu için duada bulundum. Sabahleyin o mağaranın girişini kapattım-mühürledim ve oradan ayrıldım.

Dört gün yürüdüm, ancak ekmeğim de bitti. Açlıktan hastalandım ve ölü gibi yere düştüm. İşte o vakit, önümde harika bir Melek gördüm. İnsan yüzlü, güzel ve aşırı parlak. Onun için de çok korktum. O, bana yaklaşarak, sevimli bir yüzle, ellerime, ayaklarıma ve de dudaklarıma dokundu. O zaman, harika bir biçimde içimde bir güç hissettim ve o ilâhî kuvvetle daha dört gün aç bir durumda yoluma devam ettim. Yine o Meleği iki defa gördüm ve bana aynı usulle güç ve kuvvet verdi. İlâhî güçle aç olarak yürüdüm, ikinci defa daha dört gün ve üçüncü seferde de daha on gün.


2. Aziz ile buluşma

Tanrι’ın beni götürdüğü yere çok yorgun olarak vardım. Biraz dinlenmek için oturduğumda, yabani bir hayvan gibi, görünüşü korkunç olan, vücudu gür kıllarla kaplı ve çıplak, uzaktan bir adamın bana doğru geldiğini gördüm. Belinde de takılmış ağaç filizleri vardı. Onu gördüğüm zaman korktum ve saklanmak için yüksek bir kayanın üzerine çıktım. O, vardığı vakit, güneşin sıcağından dolayı kayanın alt tarafında yere yığıldı. Devamında da biraz dinlendikten sonra, bağırdı: “Tanrι’ın kulu Pafnutios, in aşağı ve korkma. Çünkü ben de günahkâr bir insanım. Bu çölde, ruhumun kurtuluşu için mücadele veriyorum”.

O zaman ben de, çok sevinerek oradan aşağı çabucak indim, beni affetmesi ve bana hayır duada bulunması için onun ayaklarına kapandım. O beni kaldırdı, birbirimizi öptükten sonra, sohbet etmek için oturduk. Yaşlılığından ve mücadelesinden dolayı son derece yorgun ve kılları bile süt gibi beyazdılar. Onun adını ve yaşam tarzını öğrenme hevesinde olduğum için kendisine dedim: “Çok Aziz Pederim, lütfen, Tanrι benim hakkımdakileri sana bildirdiği gibi, böylece, sen de bana bildir, neredensin, adın nedir ve buraya bu çöle ne zaman geldin”.


3. Aziz hayatını anlatıyor

O vakit O dedi:

“Adım Onufrios’tur. Bu yerde yetmiş seneden beri yaşıyorum. Canavarlarla beraber yaşayarak ve ot yiyerek. Yarın bedenimi gömmek için, Tanrι’nın seni gönderdiği insandan başka insan hiçbir zaman görmedim. Benim babam İran’ın kralı idi. Annem kısırdı ve ikisi de, Tanrι’nın kendilerine bir evlât vermesi için yalvardılar. Birçok duadan sonra Tanrι onların dualarını kabul etti. Fakat, annem hamile kaldıktan sonra, sarayda büyük bir sevinç yaşandı. Hamilelik dönemi esnasında, babam, Tanrι’dan bir ilham aldı. İlhama göre, kutsal vaftiz esnasında adımın Onufrios konulması gerekiyordu. Sonra da Mısır’ın Thivaida bölgesinde bulunan, dinî inziva yeri diye adlandırılan bir manastıra götürmesi lâzımdı. Babam da böyle yaptı. Hizmetçileriyle beraber Mısır’a doğru yol alıyordu ki, herkesin hayranlığını uyandıracak şekilde, yolculuğumuzun esnasında, bize bir dişi geyik eşlik ediyor ve beni, Tanrι’nın isteğiyle yolda emziriyordu.

Daha yukarıdaki manastıra vardığımız vakit, babam bu olayın tümünü oradaki Başrahibe söyledi. O da dedi ki: “Buraya hiçbir zaman kadın yaklaşmamıştır. Çocuğun beslenmesi nasıl mümkün olacaktır?”. Babam cevap verdi: “Nasıl Tanrι, yolculuğumuz boyunca bir dişi geyiğin bize eşlik etmesi ve çocuğa süt emzirmesini kararlaştırmış ise, yine ilâhî bir emirle geyik her gün gelip, çocuk büyüyene kadar onu emzirecektir”. Böylece, Başrahip ikna edildi ve orada o Manastırda kaldım. Babam saraya gitti. Dişi geyik de üç yaşımı doldurana kadar her gün oraya gelir ve beni emziriyordu.

O Manastırdaki keşişlerin tümü son derece aziz ve kusursuz insanlar olup Tanrι’nın emirlerini de eksiksiz yerine getiriyorlardı. Herkesin bir ruhu ve bir kalbi olup aralarında harika bir sevgiye de sahiptiler. Bir şey birinin hoşuna gidecek olursa, o şeyi herkes isterdi. Bütün gece oruç tutar ve ibadet ediyorlardı. Gündüzleri de çok sessiz bir şekilde el işleri yaparlardı. Sebep olmadan içlerinden hiçbiri bile hiç konuşmazdı. Onlardan İncil’i ve bütün incelikleriyle manastırda yaşamayı da öğrendim. Birçok defa Elias Peygamberi övüyorlardı. Çünkü O, çölde gösterdiği çalışma ve sabrıyla Tanrι tarafından aldığı inayetle kuvvet kazanmış ve harika işler başarmıştır. Bilhassa da ölümün acı şerbetini içmeden, olduğu gibi Cennet’e gitmiştir. Ve dahi Yahya Peygamberi de bütün Azizler içerisinde en çok övüyorlardı.

Manastırdaki Pederler, her gün bu Azizleri övdüğünü duyduğum zaman, onlara sordum: “Demek, keşişlerde Tanrι’ya karşı daha fazla mı medenî cesaret var?”. Onlar da bana dediler: “Evet evlâdım, onlar bizden daha büyüktürler. Çünkü biz her gün birbirimizi görüyoruz, ibadet duasını manevî sevinç ve ferahla beraber okuyoruz. Acıktığımız vakit sofrayı hazır buluyoruz. İçimizden biri bedenen veya ruhen hastalanacak olursa, diğerleri ona büyük bir özenle yardım ederler. Neye ihtiyacımız olursa muhakkak onu buluyoruz. Fakat o mübarek münzevilerin insanî tesellileri yoktur. Ancak bütün varlıklarıyla sadece Tanrι’dan ümit diliyorlar. Şeytan kendilerini aldatmaya kalkarsa, kendilerine tavsiyede bulunacak hiç kimseleri yoktur. Onlar eğer acıkacak olurlarsa, elbisesiz kalırlarsa veya da herhangi bir şey isteyecek olurlarsa, bedenin ihtiyacı olanlardan hiçbir şeyleri yoktur. İbadet ve dualara kendilerini daha fazla veriyorlar. Tanrι’nın melekleri kendilerine her gün hizmet vermektedirler. Onların ruhları bedenden çıktığı anda da o ruhu büyük bir dikkat ve özenle alırlar, onu Kutsal Teslis’in önüne getirirler ve büyük sevinçle ilâhî okurlar. Ben bunları işittiğim vakit, gidişinin aşkı ve hevesi yüzünden en az yüreği yara olan, Tanrι sevgisiyle dolu olan Pederlerden biri bendim. Her gün bu heves artıyor ve ruhum da sükûnet aşkı için eriyordu. Bir gece, yanıma biraz ekmek aldım, Manastırdan çıktım ve Tanrι katında neresi uygunsa, beni oraya götürmesi, orada oturmam-kalmam için duada bulundum. Çöle vardığım vakit, herhangi bir dağda kalmamı kafama koydum ve o zaman önümde son derece parlak bir ışık gördüm. Korku dolu olarak yine Manastıra dönmek istedim. Fakat, o ışıkta, son derece güzel bir insan göründü. Görünüşünde harika biri ve şanlı şerefli, bana da dedi ki: “Aziz Onufrios, ben Tanrι’nın meleğiyim. Sen dünyaya geleliden ta vefat edene kadar seni korumakla emredildim. İleri yürü ve şeytanın tuzaklarından, günaha davetinden veya da herhangi bir şeyin başına geleceğinden korkma. Çünkü sen ruhunu Tanrι’ya teslim edene kadar ben senin yanında seni korumakla görevliyim.

Melek bunları bana söyleyerek, yetmiş mil uzakta olan bir mağaraya kadar bana eşlik etti. O vakit o melek ortadan kayboldu. Ben o mağaranın kapısını çaldım, içinden faziletli ve sevimli bir ihtiyarın çıktığını gördüm. Ben ona secde ettim ve o beni öperek bana dedi: “Hoş geldin benim kardeşim ve iş arkadaşım Onufrios. Tanrι seni korusun ve muhafaza etsin”. Mağaranın içine girdim ve orada bazı şeyleri ondan öğrenerek orada birkaç gün kaldım. Münzevî hayat için gerekli olanları bana tavsiye ettikten sonra, bana dedi: “Kalk evlâdım, seni, münzevî bir mağaraya götüreyim. O mağara çölün içlerinde olup Tanrι senin oraya gitmeni ister. Orada yalnız yaşamanı ve şeytana karşı koyup zafer ganimetini almanı ister.

Dört gün geceli gündüzlü yürüdükten sonra, yanında bir palmiye ağacı, ve bir çeşmesi olan küçük bir kulübeye gittik ve bana dedi: “Senin kalman için Tanrι’nın hazırladığı yer burasıdır”. Benim yanımda otuz gün kaldı. Münzevî hayatın her inceliğini bana öğretti. Sonra onun mağarasına gitti. O ölene kadar bana gelip beni ziyaret eder ve o burada öldüğünde ben de onu gömdüm. Onun adı, dediğine göre Ermias olup İsahar kabilesindendi”.


4. Pafnutios daha çok şey öğrenmek istiyor

Ben Pafnutios, bunların hepsini işittikten sonra, kendisine dedim: “Azizler azizi Peder, bu çölde çok çaba gösterdiğini biliyorum”. O da arkadan ekledi: “Azizim, inan bana ki, okadar çok sıkıntıya sabrettim ki, yazın aşırı sıcağından, kışın dondurucu soğuğundan, açlıktan ve bedenin başka sıkıntılarından ölümüne umudum kesildi. Elbiselerim eridi ve ben de çıplak akldım. Birçok gün hasta oldum ve bir sürü sıkıntı çektim. Bunları anlatmaya dilim varmıyor. Bunların hepsine sabırla tahammül gösterdim. Herkesin yapması gerektiği gibi, Tanrι’yı sevenler için hazırlamış olduğu sayısız ve anlatılamayan nimetleri düşünerek. Tanrι benim çok olan sıkıntımı gördüğü için, bedenimin her tarafına tüyler çıkarttı ve böylece de bedenim bunlarla örtünmüş olduğu için, ne soğuğu ne de herhangi bir sıkıntıyı artık hissetmiyordum. Bundan başka da, her gün bana bir melek ekmek getiriyordu. Böylece, Tanrι’ya daha sıcak bir şekilde ibadet etmiş oluyordum”.

Tüm bu duyduklarım için hayranlık dolu olduğum bir durumda, ona sordum: “Nasıl komünyon alıyorsun?”. O da bana cevap verdi: “Her Pazar bir melek gelir ve biz tüm münzevilere komünyon aldırır. Komünyon alacağımız gün, manevî teselliye gark oluyoruz. Ne acıkıyoruz, ne de su içmek istiyoruz. Ne ağrı veya başka bir üzüntü hissediyoruz. İçimizden biri bir insan görmek istediğinde, Melekler tarafından alınıp Cennet’te olan insanları, güzelliği ve parlaklığı gördüğü vakit gözleri kamaşıyor. O, ilâhî ışıkla bir oluyor. Bu kadar nimetlere lâyık oluşuyla ruhu sevinir, hoşnut ve fazlasıyla mesrur olur. Daha önce sabrederek çektiği bütün zahmet ve sıkıntılarını tamamen unutur. Tanrι aşkındaki hevesi daha fazla ateşleniyor. Manevî mücadelesinde de, bütün ruhuyla daha fazla çaba gösteriyor. Bunu da, ebedî huzura kavuşması için yapmaktadır”.

Merhum Aziz Onufrios bunları bana anlatıyorken o kadar tatlılık da hissediyordum ki, yürüyüşümden, açlıktan, susuzluktan ve bütün yorgunluğumdan olan sıkıntıları unutup bir hiç olduklarını görüyordum. Bedenen ve ruhen kuvvetlenmiş bir durumda olarak kendisine aşırı bir sevinçle dedim: “Seni görmek ve senin son derece tatlı olan sözlerini işitmek benim için büyük bir bahtiyarlıktır”. O da dedi: “Sözlere son verelim evlâdım ve benim evimi görmeye bir gidelim”.


5. Adil olanların rahat etmelerine

Üç mil kadar yürüdük. Yanında suyu ve bir de bir palmiye ağacı olan bir küçük kulübeye vardık. Önce ibadet ve dua ettikten sonra, Tanrι hakkında konuşmak için oturduk. Gün bittiği vakit ve güneşin batmasına yakın, kulübenin ortasında büyük ve çok da güzel bir ekmek gördüm. Aziz bana dedi: “Kalk evlâdım, Tanrι’nın bize gönderdiklerinden ye ve iç. Çünkü sen çok yürüdüğün için aşırı yorgunsun ve yemek yemezsen hastalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalırsın”. Ben dedim: “Önünde bulunduğumuz, bizim kurtarıcımız olan İsa Mesih yaşıyor. Kardeşçe, beraber yemezsek, ben yemek yemeyeceğim”. Uzun zaman kendisine yalvardım ve sonunda onu yemek yemeye kandırabildim. Sofradaki yemekleri takdis etti. Ekmeği kesti. Tanrι’ya şükrederek yemek yedik, doyduk ve sonunda ekmek de arttı. Şükrettikten sonra, bütün geceyi ibadet ederek geçirdik.

Sabah güneş çıktığında, Azizin yüzünün sararmış ve bozuk olduğunu gördüm. Korku dolu bir vazıyette sebebini öğrenmek istedim. O da bana dedi: “Korkma kardeşim, çünkü Tanrι seni, benim bedenimi gömmen için gönderdi. Bugün bu dünyada kalışımın sonudur. Ruhum da anlatılamaz derecede güzel olan gökyüzünün bahtiyarlığına gidiyor. Mısır’a gittiğinde aklında bulunsun, tüm Hıristiyanlara ve keşişlere söyleyesin ki, Tanrι’dan şu lütfu istedim: Kim ki benim anıma dua okur ve beni kutlarsa veya da, sana söylediğim gibi hayatımı anlatırsa, şeytanın tuzağı ondan uzak olsun”. Ben ona dedim: “Aziz Peder, bu yer için büyük arzum var. Hayatımın kalan kısmını burada geçirmem için bana hayır duanı ver”. Bana dedi: “Tanrι seni burada kalman için göndermedi. Benim bedenimi burada gömüp Tanrι’nın Aziz kullarıyla sevinmen için gönderdi. Onlar bu çölde kalıyorlar. İsa Mesih’i sevenlere, onların yaşam biçimlerini anlat. Onları, “Tanrι rızası” için, ellerinden geldiği kadar taklit etsinler diye”.

O vakit Azizin ayaklarına kapanarak dedim: “Azizler azizi Peder, biliyorum ki, amellerinden dolayı, sen Tanrι’dan ne dilersen Tanrι onu sana verecek. Sana yalvarıyorum, bana hayır duanı ver ki, fazilette ben de senin gibi olayım. Tanrι’dan, seninle aynı şanı ve ebedî hayatta da aynı tacı giymiş olayım. Bu dünyada seni görmek ve senden haz duymak bana nasip olduğu gibi”. O cevap verdi: “Tanrι, istediğin bu şey için sana acımasın. Seni mübarek kılsın ve O’nun sevgisinde sana yardımcı olsun. Senin her çeşit günahını affetsin. Seni düşmanın tuzağından korusun. Senin arzu ettiklerini sana versin. Tanrι’nın melekleri, seni, düşmanın kötülüklerinden korusun. Kıyamet gününde, ruh yıpratıcısı, sende herhangi bir suç bulamasın. Baba Tanrı, Oğul Tanrı ve Kutsal Ruh’un hayır duası seninle beraber olsun, hem şimdi hem de sonu olmayan ebediyette”.

Bunları der demez, diz çöktü, ellerini ve gözlerini gökyüzüne doğru dikti. Göz yaşları dökülerek dedi:

“En büyük ve görünmez olan Tanrι, gücü bilinemeyen, şanı anlaşılamayan ve tarif edilemeyen, merhameti de sonsuz ve sayılamaz, sana hamdü sena ve şükrederim. Sana taparım. Seni gençliğimden itibaren arzu ettim ve seni takip ettim. Dinle beni. Ruhum senin için bağırıyor. Çünkü Sen, ben fakir için özen gösterdin. İhtiyaçlardan ruhumu uzaklaştırdın. Düşmanların eline beni vermedin. Sen benim kalbime hayat verdin. Sana yalvarıyorum Tanrι’m. Ruhum bedenden ayrılırken, şeytanlar tarafından sarsılmaması için, Sen, iyiliğinle beni ört. Sen ruhumu Aziz Meleklerinle teslim al. Ruhumu da, Sen’in yüzünün ışığının olduğu yere koy. Çünkü Sen, ezelî ve ebedî olarak mübarek ve şanlısın. Dindar olan insanlara çok merhametli ve çok acıyan Tanrι’m, senden şefaat diliyorum. Denizde, mahkemede veya başka herhangi bir yerde sıkıntı karşısında bulunan bir kişi, senin yardımını isteyerek dese: “Aziz Onufrios kulunun aracılığıyla bana merhamet et, ey her şeye gücü yeten Tanrι’m”. Bana söz verdiğin gibi, lütfen O’nun dualarını dinle ve kabul et”.


6. Azizin sonu

Duasını bitirdiğinde dedi: “Tanrι’m, ruhumu Sen’in ellerine bırakıyorum”. Sonra yine gizlice dua ederek yere uzandı. Yüzü ışık gibi oldu. O vakit de o kadar güzel bir koku hissettim ki, Cennet’in o anlatılması kabil olmayan teneffüsünden ve tatlılığından donup kaldım. Azizin vefatıyla, aynı anda, gök gürültüleri ve şimşekler çakmaya başladılar ve beni korkumdan yere attılar. Sonra da gökyüzlerinin açılmış olduklarını gördüm. Orada, Azizin üzerinde, melekler ordusu tarafından, düzenli olarak tatlı ilâhîler ve melodik şarkılar söylediklerini gördüm. Yanan büyük mumlar ve ellerinde altın buhurdanlarla beraber, hizmetçiler gibiydiler. Aralarında aşırı derecede parlayan bir ışık göründü. O ışığın içinden çok tatlı bir ses çıkıp diyordu ki: “Ey ruh, ey benim çok sıkı arkadaşım, gel buraya. Çok arzuladığın ve anlatılamaz dercede iyi olan yere seni götüreyim. Orada adil olanlar dinleniyorlar”.

O vakit, bembeyaz bir güvercin kılığında o bahtiyar ruh bedenden ayrıldı ve bizim Tanrı’mız olan İsa Mesih o ruhu, en temiz ellerine alarak, sevinçle ilâhîler söyleyen meleklerle beraber gökyüzüne onu çıkardı. O vakit ben kalktım, o çok mübarek naaşını - ki çok değerli bir inci gibi parlıyor ve etrafa kokular gibi güzel koku saçıyordu - göz yaşları dökerek öpüyor ve öpüyordum. Üzüntümden dolayı bir zaman kıvrandım. Çünkü çok kısa bir zamanda böyle bir hazineden mahrum kalmıştım, ki onu büyük bir emekle de elde etmiştim. Toprağı kazıp onu nasıl saklayacağımı düşünüyordum, çünkü bende herhangi bir alet de yoktu. O vakit iki aslan oraya geldiler. Yavaşlıkla sokulup onun ayaklarını yaladılar. Onlar mantıklı yaratıklar gibi hareket ediyorlardı. Ben onlara dedim: “Mübarek naaşı defnetmek için sizi Tanrι’nın gönderdiğini biliyorum”. Çünkü mantıklı ve akıllı olmayan hayvanlar da Tanrι’ya şükrediyor ve onun emirlerini yerine getiriyorlar. Sopamı alıp toprağın üzerinde mezarın uzunluğunu işaretledim. Bunlar hemen tırnaklarıyla o yeri kazmaya başladılar ve bir çukur açtılar. Sonra ben, daha evvel zikrettiğim gibi, münzeviden yarım kalmış elbisemi çıkardım, mübarek naaşını huşu ile sardım ve onu gömdüm. İki aslan, Azizin mezarında ve bende de tövbe ettiler ve sonra da oradan kaçtılar.

Günahlarımı, bir hiç olduğumu düşünerek orada kaldım ve bağırmaya başladım: “Benim gibi sefil ve tembel olana vay haline. Tanrι’mın kaç tane kahraman askeri, çalışkan ve faziletli kulları var? Ben ki ihmalkâr ve ağır kanlı biri, beni sorguya çekecek olan Tanrι’ma hangi cevabı vereceğim? Hangi ödülü ve zafer tacını alacağım? Ki ben hiçbir zaman şeytana karşı savaşmış değilim”. Bunları söylerken, orada kalıp, o yerdeki sıkıntılarıma sabretmeyi düşünüyordum. Fakat, hemen bir deprem oldu, bir dağ devrildi ve o mağarayı altına aldı. Suyu da palmiye ağacını da. Her şey yok olmuştu artık. Bunları gördüğüm vakit anladım ki, orada kalmam Tanrι’nın istediği bir şey değildi. Sonra da ben ağlamaya başladım. Devamında, daha yukarıda zikrettiğim melek bana göründü ve bana dedi: “Ağlama, bilakis, harika şeyler görmek sana nasip olduğu için sevinmen gerek. Mısır’a git, bahtiyar Aziz Onufrios’un ve bu çölde başka gördüklerinin ve görecek olanların hayatlarını orada anlat. Tanrι’dan güç alarak barış içerisinde yoluna devam et”.

Mübarek Onufrios 12 Haziranda, bizim Tanrı’mız olan İsa Mesih’in şanına uygun olarak vefat etti.


Son söz olarak

Bu hayatta ne kadar şeyler de görünmüyorlar? Biz, çağdaş Hıristiyanlar olarak, gerçekten, ne kadar da bu ilâhî hayattan geri kalıyor ve ondan uzak duruyoruz. Aziz Onufrios’un hayat merkezi ve ölçütü, İncil’deki: “Önce Tanrι’nın krallığını-egemenliğini ve adaletini isteyiniz. Ve bunları her zaman size yükleyiniz”idi. Bu emrin uygulanışı zor ve çok büyük iman gerek. Genelde görünen şey, hayatî özenlerimizde boğulduğumuzdur. Çünkü bunlar için bizden başka, her şeye gücü yeten, “gökyüzünde olan” Tanrι’mızın da özen göstereceğine inanmamızda güçlük çekmemizdendir. Ruhumuzda hakim ve onu işgal eden stres, Baba Tanrı’ya olan imansızlığımızın ontolojik sonucudur. Çünkü hayattaki problemlerin çözümü, sadece insan tarafından imkânsızdır. İnsan aklı, kendisinde meydana gelen problemlere tamamen cevap vermede güçsüzdür. Bunun yanında, belli bir durum karşısında ve bu halde bile, imkânı olduğu halde, vereceği cevabın ne kadar uygun olduğu konusunda çok şüpheler vardır. Diğer yandan, insanın emniyet ihtiyacı için, cevapların verilmesini istemektedir. Böylece insan bu çıkmazda tuzağa düşüyor ve stresten de patlama noktasına geliyor. Fakat, Baba Tanrı’mızın varlığına inanıyor olsaydık, o vakit, işler, aynen Azizlerin hayatlarında göründükleri biçimi alacaklardı. Ve hele de, Mısır’lı azizler Azizi Onufrios’un hayatına benzeyecekti. Yani, hayatî çabalarımız için tedirgin olmayacaktık. Ancak, derin anlamda Baba Tanrı’mızın varlığının imanına sahip olduğumuzda ve bir cevap bekleyen problemlere cevap vermede bizim güçsüzlüğümüzü gördüğümüzde, sadelikle Baba Tanrı’ya değinerek şöyle diyecektik: “Bizim günlük nafakamızı bugün ver”.

Tanrι’nın inayetine karşı olan bu imansızlık, sadece imansızları ilgilendirmeyip, bilhassa da biz imanlıları ilgilendirmektedir. Çok defa imanımız, Tanrι’yı, babamız gibi hissedecek dereceye varmıyor. Böylece de, bütün varlığımızla ona kendimizi teslim edip aklımızın çabalar tarafından işgal edilmesine izin verilmeyecekti. Aziz Onufrios, derin intiba uyandıran bir örnektir. Kendisini Tanrι’ya teslim edişi, hayatını tasvir edişimizden dolayı her ne kadar da öyle görünüyor olsa bile, yine de insan üstü bir varlık olduğunu göstermez. Bunun aksine, insanı gerçek boyutlarında göstermektedir. İnsanın gerçek boyutları, bir çocuğun boyutları, babasına oranla olanlardırlar. Çocukların, sadece annelerini ve babalarını sevmeleri istemesi, babaları ve anneleri tarafından da sevilmek isteyip, günün problemleriyle ilgileri yoktur. Nasıl olsa onlarla anne babaları ilgileneceğini bildikleri gibi, aynen Tanrι da aramızdaki ilişkilerin öyle oluşmalarını istemektedir. Bunun için de havariler İsa Mesih’e, nasıl ibadet etmeleri gerektiğini sordukları vakit, yani Tanrι ile nasıl irtibat kuracaklarını sordukları zaman, İsa Mesih onlara, baba ve oğul duasını kendilerine gösterdi: “Baba Tanrı’mız... duasını”.

Aziz Onufrios’un hayatı, insan hayat ilişkilerinin temellerinde bir bombadır. Bombadır çükü o, bugün hayatla oluşmuş olan ilişkilerimizi havaya uçuruyor. Bugün Aziz Onufrios’un hayatı, ya kabul edilir ve sarsar, veya da gerçek dışı ve hayal ürünü olarak addedilerek reddedilir. Çünkü o, saf insan olan İsa Mesih’i takdim etmektedir. Yani kesintisiz olarak Tanrι ile bir olan. Tanrι ile ilişkimizde bir bomba. Çünkü biz Hıristiyanların çoğu, önce “içimizde olan Tanrι’nın egemenliğini”, başarısız dua ile istemeyip, manevî nimetlerle nesneler istemekteyiz. Bütün kalbimizle Tanrι’yı sevmeyi istemiyoruz da, bazıları nesneleri sevmeyi ister, bazıları da manevî nimetleri, hem de onlarla beraber olan tatları da isteriz. Bu manevî nimetlere ve durumlara sahip oluşumuz bile, bizi Tanrι ile, insanlarla ve hayatla olan gerçek ilişkimize doğru götürüyor. Bu gerçek ilişkiye sahip olabilmek ise, sadece, insan bunların hepsini ikinci plâna atarsa olur. Her şeyden evvel de, Tanrι ile olan şahsî ilişkide ısrar ederse o vakit olur. Öyle ki, Aziz Onufrios’un sarsıcı hayatında da göründüğü gibi, o ilişki bir çocuk baba ilişkisidir.

AZIZ ALEKSIOS ALLAH'IN ADAMI (ΆΓΙΟΣ ΑΛΕΞΙΟΣ Ο ΑΝΘΡΩΠΟΣ ΤΟΥ ΘΕΟΥ)


ÖN SÖZ

Allah’ın adamı olan Aziz Aleksios’un hayatı çok duygulandırıcıdır. Aynı zamanda, Aziz Aleksios’un hayatı, Aziz İoannis Kalivitis’in duygulandırıcı hayatına da çok benzemektedir.

Aziz Aleksios, münzevi fakat kendine has bir kişiliğe sahiptir. O, kendi evinde, ebeveyninin, karısının ve akrabalarının gözleri önünde münzevilik yaptı. Vefat gününe kadar da meçhul kaldı. Sevgili okuyucunun anladığı gibi, bu spor, en zor sporlardan biridir. Bitmeyen bir güce ve ruhî bir azamete ihtiyaç vardır.

En kahraman simalardan biri olan Aziz Aleksios’un kişiliği, bize bir defa daha ispat ediyor ki, İsa Mesih’in sevgisi kalbi ateşe verdiği vakit, başka her çeşit insanî sevgi ve isteğe galip gelir. Dahası da, ruh, bu dünya malının geçici ve boş bir şey olduğunu anladığı zaman, gökyüzüne ait değerlerin ise kalıcı olduklarını fark ettiği vakit, işte o vakit ruh, en büyük fedakârlıklara bile rıza gösterebilir.

Yeter ki gökyüzüne ait nimetlere kavuşabilsin. Haklı olarak, sevgili okuyucu, Aziz Aleksios, Allah’ın adamı olarak isimlendirildi. Çünkü o, kendini kayıtsız şartsız Allah’a adadı. Bize, Kurtarıcı İsa Mesih’e sevgi ile bağlanma örneği bıraktı.



AZİZİN HAYATI

Bizans İmparatorluğunda, Kral Arkadios (395-408) ve Kral Onorios (395-423) oldukları zaman, Roma’da, Effimianos adında bir bey vardı. Bu kişi, senatoda birinci olup, çok akıllı, maddiyat bakımından aşırı zengin, fakat, ruhu daha da zengin, faziletli kendisine imrenilecek biriydi.

Ancak, bunların içerisinde, en önemlisi olan, kendisinin çok çalışkan oluşu ve de İsa Mesih’in gizli bağında, yani kilisede, yorulmak nedir bilmeyen bir işçiydi. İsa Mesih’in emirlerini tüm detaylarıyla tutmaya özen gösteriyordu. Bilhassa da sadaka vermede eşi benzeri yoktu. Çünkü, her gün, muhtaç olanlara bol bol malından sadaka veriyordu. Aç olanları doyuruyordu. Çıplak-fakir olanları giydiriyordu. Yabancıları kabul eder ve onlara bol bol yardımda bulunuyordu. Genel olarak da, onun mübarek evi, fakirler için bir liman ve bir sığınaktı.

Bir de, altın kemer takan, değerli ve şık elbise giyen birçok hizmetçileri vardı. Oysa kendisi sadece akşamları ve de günde yalnız bir yemek yiyordu. Daha önceleri de dışarıda bulduğu fakirlere kendi yemek hazırlar onları doyurur ve sonra kendisi yerdi. Bunu da, Allah’tan daha çok maaş almak için yapıyordu.

Efimianos’un bazı dost ve akrabaları, ona, düşüncesiz biri olarak bakıyor ve kendisi gibi bir beyefendinin fakirlere yardım etmesini doğru bulmuyorlardı. Onun yerine, kölelerine emredip gerekeni onlara yaptırmak gerek diyorlardı. Fakat, Efimianos bey, onlara, alçakgönüllülük ve bilge bir kişiye yakışır bir cevap olarak şöyle diyordu:

- Bunlar, İsa Mesih’imin kardeşleridirler. Allah, bizce kutsal olan İncil’i vasıtasıyla, onları sevmemiz gerektiğini emrediyor. Onlara da yapacağımız iyi işler derecesinden kat kat bize sevaplar yazacaktır.

Keza, Aglais adındaki karısı da imanına bağlı ve iyi fikirli biriydi. Böylece, ikisi de, güzel fazilet yolunda, mükemmel bir şekilde yürümeğe devam ediyorlardı. Ancak, ikisinin de üzüntüsü vardı. Çünkü onların bir çocuğu yoktu ki onların soylarını devam ettirsin. Dolayısıyla, büyük bir imanla İsa Mesih tarafından kendilerine bir evlât verilmesini istiyorlardı.

Allah onların duasını kabul etti ve Aglais bir erkek evlât dünyaya getirdi. Onun adını da Aleksios koydular. O evde büyük bir sevinç yaşandı.

Aleksios biraz büyüdüğü zaman, okuma yazma öğrenmeğe başladı. Çok da çalışkan birileriydi. Ta ki normal yaşa ulaşana kadar. Kendisi açıkgöz biri olduğu için, kısa bir zamanda tüm Kilise Tarihini, grameri ve daha başka şeyleri öğrenerek çok bilge biri oldu.




Her şeyden vazgeçmeye karar verir

Aleksios, bu dünyanın boş bir şey ve geçici olduğunu anladığı anda, ruhun da ölümsüz olduğunu kavradığında, şu an var olan bu nimetlerden vazgeçip, ebedî olanları elde etmeye karar verir. Her gün bunları düşünerek, ebeveyninden gizli olarak, kıldan yapılmış bir papaz cüppesini giydi. Bunu tüm elbiselerinin altına giymişti. Üstüne ise ipek ve altından yapılmış elbiselerini giyiyordu. Böylece, ondan şüphelenmelerini engellemiş oluyordu.

Ebeveyni, onun ilâhî kararını bilmeyerek, onu evlendirmeyi düşünüyorlardı. Çünkü onlar, bundan torun görmek istiyorlardı. Araştırmaya başladılar ve sonunda da, tüm Roma’da, çok güzel, dindar, nazik ve onun kadar da zengin, soylu ve meşhur bir aileden olan bir kız buldular.

Ancak, Aleksios’un aklı fikri semavî şeylerde olup bu dünyanın nimetlerini hiç düşünmüyordu. Her gün gizlice Allah’a ibadet ediyordu. O Allah ki tüm gizli olanları bilendir. Ve dahi, Allah onu, şeytanın tuzaklarından kurtarması için, yalvararak gözyaşlarını bir sel gibi akıtıyordu. Dahası da, ruhuna en yararlı olanı yapması için ona Allah tarafından yardım edilmesini de istiyordu.

Geceleri bunlar için dua ediyorken, gündüzleri kiliselere gider ve fakir olanlara sadaka veriyordu. Bu sadakayı gizli de veriyordu, açıkta da veriyordu. Bu fakirlerden de, Allah tarafından onun kurtuluş yoluna ulaştırılması için dua etmelerini istiyordu.

Anne ve babasına, evlenmek istemediğini söylüyordu. Böylece ev çabalarından kurtulmuş olacaktı. Ancak, anne ve babası, onları dinlemesi için kendisine baskı yapıyorlardı. Çünkü gelin seçkin biri idi ve onun bir benzerini bir daha bulamayacaklardı.

Velhâsıl, kendisi hiç istemediği hâlde, ama anne ile babasına da karşı gelmek istemediği için, bu teklifi görünürde kabul etti. Fakat, aklıyla, yabancı bir yere kaçmasını düşünüyordu. Böylece de bekârlığı zedelenmemiş olacaktı.

Düğün günü gelip yanaştığında, Agios Vonifatios kilisesine gittiler ve orada karı koca olacak olanları, müzik ve danslarla nikâhladılar. Sarayın tüm beyleri, arkadaş ve akrabaları gün boyunca, damadın evinde eğlendiler. Böyle bir şey âdettendi. Akşam olduğunda, yeme ve içmeden sonra, anne babası ile akraba ve arkadaşları onlara uzun ve mutlu bir hayat sürerek bir yastıkta yaşlanmaları dileklerinde bulunduktan sonra, yeni evlilerle vedalaştılar.




Akrabaların ayrılışları ve onları orada bırakmaları

Genç adam gelinle tek başına kaldığında, uzunca bir zaman dua etti. O kadar ki evde olanların tümü uyudular. Sonra da, çok değerli olan yüzük ve kemerini sararak, kıza verdi ve kendisine şöyle dedi:

-“Sevgilim benim, bunları çok dikkatli bir şekilde koru. Allah’ın inayeti de, bize daha iyi bir şey gösterene kadar Allah aramızda bulunsun”.

Bunları dedikten sonra odasına gitti. Orada olanlardan alabildiği kadar altın, değerli taşlar ve inciler aldıktan sonra, üstüne de fakir elbisesi giyerek, şehirden çıktı ve aşağıya doğru deniz kenarına gitti. Orada, Allah’ın yardımıyla, o saatte Suriye’ye giden bir vapur buldu.

Vapura bindi ve onunla Küçük Asya’ya ulaştı. Vapurdan çıktıktan sonra karadan yoluna devam etti ve Edessa (Urfa) şehrine ulaştı. Orada bir kilisede, insan eliyle yapılmamış, İsa Mesih’in bir ikonasını buldu. Bu ikonayı İsa Mesih kendisi, havari Ananias ile Avgaros’a yollamıştı.

Aleksios bu ikonayı görür örmez çok sevindi. Oradaki fakirlere altınları ve değerli taşları dağıttıktan sonra, çok özlediği İsa Mesih’in yüzünü her gün görmek için o kilisede fakir giyinmiş eski ve işe yaramaz elbiseleriyle kaldı. Dindar Hıristiyanlardan sadakalar toplayıp bu sadakalardan çok azını ekmek almak için harcıyor ve kalanını da fakirlere dağıtıyordu.

Bütün gece ibadet eder ve her Pazar da komünyon alıyordu. Kendisine hakim olmadan o kadar çok sıkıntı çekti ki, yüzünün güzelliği kayboldu. Yüz görünüşü karardı. Derisi kurudu. Gözleri, göz çukurunun içine girdi. Kemikleri de görünür oldular.



Onu aramak sonuç vermedi

Sabah olduğunda, anne ve babası, Aleksios’un odada olmayıp sadece kızın orada olduğunu gördüklerinde, üzgün ve boynu bükük bir durumda, kızdan onun oradan ayrılışını öğrenir öğrenmez, acı acı ağlayarak göğüslerine vurmaya başladılar. Ancak, gözyaşlarının hiçbir işe yaramadığını gördükleri vakit, çeşitli şehir ve yerlere insanlar gönderip onlardan Aleksios’u bulmalarını istediler.

Gerçekten de, birçok yer ve şehre gittiler. Fakat, Aleksios hakkında hiçbir şey öğrenemediler. Bazıları Edessa (Urfa)’ya da gidip orada da sordular. Ancak, o fakir ve miskin giyinişli o yabancı kişiyi aradıklarını kimse tahmin etmiyordu. Üstüne, köleleri onu hiç tanıyamadan ona sadaka bile verdiler. Aleksios, kendi köleleri tarafından sadaka alma işine nail olduğu için Allah’a şükrediyordu.

Gönderilen kişiler birçok yer ve manastırlarda Aleksios’u aradıktan sonra, yeniden Roma’ya geri döndüler. O vakit, Efimianos’un evinde ve diğer evlerde daha çok ağlayıp sızladılar. Sarayda bile ağladılar. Onun ebeveyni ve tüm akrabaları karalar bağlayıp durmadan ağlıyorlardı. Annesi ise bir odaya kapandı, yumuşak elbiselerini çıkardı, kıldan yapılmış elbiseler giyip hasır üstünde yatmaya başladı. Kendisine hiç dikkat etmiyor, sadece sevgili oğlunun yokluğu için ağlıyordu.

Talihsiz gelin de, bu kadar çabuk gelen ve beklenmeyen bu dul kalışı yüzünden daha fazla ağlıyordu.

Böylece, bunlar avutulamaz bir durumda acıları yüzünden ağlıyorlardı. Aleksios ise o yabancı yerde manen sevinç içindeydi. Onu, hayatın çabalarından kurtaran, onu tanınamaz bir durumda tuttuğu ve hevesini yerine getirebildiği için Allah’a dua ediyordu.

Oradaki İperagias Theotoku kilisesinin dış dehlizinde, hayranlık uyandıran bir hayat yaşayarak on yedi yıl kaldı. Oradaki tüm insanlar, onda gördükleri mübarek yaşam biçimi yüzünden, ona aziz gözüyle bakarak kendisine saygı ve sevgi gösteriyorlardı. Ancak, bu dünyada gördüğü itibar ve şan ile şöhretten dolayı gökyüzündeki şanını ve şerefini kaybetme tehlikesini hissettiği için, bilinmeyen bir yere gitme niyetiyle oradan da ayrıldı.




Tanınmayan bir hâlde, baba evine dönüşü

Oradan ayrıldı, bir limana gitti ve Kilkia taraflarına giden bir vapur buldu. Tarsus’a gitme amacıyla o gemiye bindi. Orada meşhur Agios Pavlos kilisesi mevcuttu. Ancak, gemi, denizin içerisinde, ters bir rüzgâra rastlayarak, bir oraya bir buraya gide gele, günler sonra istemeyerek kendini Roma’da buldu.

Bu, Allah’ın dileğiydi. Bunu aziz de anlamıştı. Kimseye yük olmamak için, bu geçici hayatın sonuna kadar tanınmayan biri olarak evinde kalmayı düşündü. Bu yolla, Allah’tan daha çok maaş alacaktı. Kiliseye gitti, orada, düşündüğünü iyi bir şekilde sonuçlandırabilmek için Allah tarafından ona yardım etmesini istedi.

Birçok kiliseye gidip dua ettikten sonra babasının evine gitti. O saatte, saraydan yanında birçok kişi de olduğu hâlde geliyordu. Sonra da ona dedi:

- Sizin nezaketinize sığınarak, bana merhamet et ve lütfen izin ver, sarayının bir köşesine oturayım ve orada, senin kölelerinden düşen ekmek kırıntılarından da besleneceğim. Çünkü ben yabancı ve fakir biriyim. Allah da senin yapacağın bu iyilik için senin evini mübarek eylesin. Sana gökyüzü krallığını da versin. Eğer yaban ellerde bir akraban varsa, arzu ettiğin gibi ona kavuşasın.

Bey bunları duyduğunda gözlerinden yaşlar döküldü. Çünkü o, oğlunu hatırlamıştı. Merhamete gelip o fakiri içeri aldı. En dikkatli kölelerinden birini de çağırarak Aleksios’u ona teslim etti. Ne gerekiyorsa onu yapmasını da kendisine tavsiyede bulundu.

Köle o zaman Aleksios’u küçük bir hücreye götürdü. O hücre de, haremde, karısının penceresinin dik karşısındaydı. Aleksios burada kaldı ve her gün de Efimianos ona yemek yolluyordu. Ancak Aziz Aleksios az miktarda ekmek yiyor ve biraz da su içiyordu. Bunu da aşırı nefsine hakim olma işinden dolayı ölmemek için her Pazar yapılan ayinden sonra yapıyordu. Günün çoğunu ve gecenin tümünü ibadetle geçiriyordu.




Şeytanın savaşı

Kıskanç ve insan düşmanı olan şeytan, Aziz Aleksios’un sabrını görünce dişlerini gıcırdattı ve onun aleyhine korkunç ve büyük savaşlar kopardı. Bu kadar sabit olan sabrını taşırmak için bunları yapıyordu.

Aziz Aleksios’u rahatsız etmeleri için köleleri devreye sokuyordu. Bazıları ona küfür eder ve onu dövüyorlardı. Bazıları da yemek kaplarını yıkadıkları o bulaşık suları üstüne döküyorlardı. Bunun gibi bir sürü daha başka kötü şeyler yaptılar. Ancak bunların tümüne sabrediyordu. Çünkü bunların hepsinin şeytandan geldiğini biliyordu. Hiçbir zaman sızlanmadı. Ne de onların aleyhine yakışmayan sözler söyledi. Sadece İsa Mesih’ten, sonuna kadar sabır vermesini istiyordu. Ta ki, başına gelenler için alacağı maaşı kaybetmesin diye.

Ancak, Aziz Aleksios’un savaşı sadece bu değildi. Bundan daha zor savaşı da vardı. Gelinin penceresi onun hücresine doğru bakıyordu. Gelin hanım, babasının evine gitmek istememişti. Gelin kız, kaynanası ile kalmayı seçmişti. Dul kaldığı için de ağlayıp sızlıyordu. Aziz Aleksios’un annesi ise, sevdiği oğlunun yokluğu için ağlıyordu. Geçen zaman içerisinde de bu yokluğu unutmamışlardı. Ne de akrabalarının tesellileri işe yarıyordu. Zaman geçip de Aziz Aleksios hakkında hiçbir şey öğrenemedikleri için, onu görme arzusu da o kadar daha çok artıyordu.

Aziz Aleksios orada oturuyorken, karısının feryadü figan ettiğini de duyuyordu. Bu ağlayış kadınlarda âdetti. Ağlarken de diyordu:

- Sevimsiz ve bedbaht, dul kalmış olan bir gelin, bana yazıklar olsun! Kötü talihli ve sefil olan benim vay hâlime. Sevdiğim kocam acaba nerede bulunuyordur? Benim arkadaşım, ne yapıyorsun? Ben sana ne yaptım ki benden vazgeçtin? Madem ki beni bırakma amacını taşıyordun, o zaman niye beni bu çilelere soktun ve bu kadar sene de senin aşkından ölüyorum? Kalpsiz herif. Yabancı yerlerde nasıl vakit geçirdiğini öğrenmem için ne de bir haber yolladın. Ya da nasıl yaşayacağımı bana bir söylesen. Bana herhangi bir özen göstermedin. Sen sadece benimle boşuna evlendin ve devamında beni bıraktın. Ben ise, senin yaptığının tersini yapacağım. Sen, sert ve duygusuz davrandın. Ben dişi kumruyu taklit edeceğim. O, eşini kaybettiği zaman, yemez, içmez, sadece talihine acı acı ağlar. Ta ki, üzüntüsünden ölene kadar.

Böylece, ben de eşim için ağlayıp sızlayacağım. Göz yaşlarımla bir nehir oluşturana kadar. O zaman da sıkıntı ve acıdan ölmek istiyorum.

Aglais de, gelinden daha çok şeyler söylüyordu. Annesi, Aziz Aleksios’u ana rahminde taşırken, onu doğururken, onu yetiştirirken, o ise annesini bırakıp gittiği için çektiği acı ve sıkıntılar, onu doğururken çektiklerinden daha çoktu.

Bunlarım tümünü o yenilmez mücadeleci işitiyor ve kalbi ağlıyordu. Hem annesine, hem de karısına acıyordu. Buna ek olarak da, şeytan büyük bir savaş açıyordu. Aziz Aleksios ise İncil’in şu sözlerini hatırlıyor ki onlar da diyorlar: “Anne veya babasını benden daha çok seven kişi, benim nazarımda iyi kişi değildir”. Buna benzer diğer satırları da hatırlıyor ve bedenî aşkı ilâhî sevginin karşısına koyuyor, kalbindeki ateşe sabrediyordu. Bir sevgiyle diğer sevgi ve arzuyu yenerek kenara koyardı.

Bunu, ebeveynine karşı duygusuz olduğu için değil, onu yaratan Kurtarıcı Allah’ına karşı daha çok itaatkâr olduğu için yapıyordu. Çok defa, ona sonuna kadar sabır ihsan etmesi için Allah’a gözyaşları dökerek yalvarıyordu. Keza, anne babası ile karısı için, üzüntülerinden dolayı zamanından evvel ölmemeleri için onlara kuvvet versin diye dua ediyordu.





Sonunu anlar ve kimliğini yazar

Böylece, babasının evinde fakirlik içerisinde ve sıradan biri olarak kaldı. Şeytan tarafından kendisine açılan savaşlardan dolayı zahmet çekmiş ve aynı zamanda da akrabalarının sevgisi onu yakıp kül ediyordu. Köleleri ise, on yedi yıl boyunca onunla alay ediyorlardı. Aziz Aleksios, et ve kemikten yapılmış biri değildi sanki.

Gelecek Cuma günü, çektiği acılarından dolayı öleceğine dair Allah tarafından kendisine bildirildi. Aziz Aleksios’a hizmet eden kölesinden, kalem ile kâğıt istedi. Bu kâğıdın üzerine, başına gelenlerin tümünü ve kim olduğunu yazdı. Daha büyük bir ispat için de, geline kemer ile yüzüğü verirken kendisine gizli olarak söylediği bazı sözleri de yazdı. Bunun yanında, sadece anne babasının bildiği bazı şeyleri de eklemişti. Sonunda da şunları yazdı:

“Sevgili anne ve babacığım, namus âbidesi karıcığım! Ben sizi bu kadar üzdüğüm için bana karşı kötülük duymayınız. Çünkü sizin çektiğiniz bu çektiğinizden ötürü ben de üzülüyordum. Çok kere de Allah’ıma sizler için dularda bulundum. Size sabırlar ve sizleri krallığına lâyık görmesi için Allah’a hep dualar ettim. Allah’ın merhametine umut bağlayarak benim bu isteğimi karşılayacağına inanmak istiyorum. Çünkü ben de Allah rızası için size böyle duygusuz göründüm. Kendime karşı da daha sert idim. Ancak, bir insan, anne babasından daha çok Kurtarıcı Allah’ını dinlemesi gerekir. Ben size ne kadar çok üzüntü vermişsem, Allah da size o kadar daha çok maaş verecektir”.

Aziz Aleksios bunları yazdıktan sonra, ta canını Allah’a teslim edene kadar dua etti.


Şahane bir şekilde ölümünün bildirilmesi

O zamanlarda, Roma’da başpiskopos İnnokentios idi. Günün birinde, Agii Apostoli kilisesinde Kral Onorios ve Senato da orada olup dua yapılırken, kurban taşının üzerinden gelen bir sesin şöyle dediği duyuldu:

“Siz hepiniz, yorgun ve yüklü olanlar bana doğru geliniz. Ve ben de size istirahat vereceğim”. (Matheos, 11, 28).

Bunları duyar duymaz, herkes korktu ve yere düşerek “şefaat ya Rab” diye bağırdılar. Kısa bir zaman sonra, yine o ses işitildi:

“Cuma günü sabahı, Allah’ın adamı bedeninden dışarı çıkıyor. Sizi kimse rahatsız etmesin diye, şehriniz için dua etmesini ondan isteyiniz”.

Perşembe günü akşamı, herkes Agios Petros kilisesine toplandı. Bütün gece, sabaha kadar gece ayini yaptıktan sonra, Allah’ın kulunu nerede bulabileceklerini kendilerine söylemesi için Allah’a dua ettiler. Orada, patrik, kral ve Efimianos da bulunuyordu. Sabah olduğunda, yukarıdan bir ses geldi ve şöyle diyordu:

“Allah’ın adamı Efimianos’un evinde bulunmaktadır”.

O zaman kral, Efimianos’a dedi:

- Senin evinde böyle değerli bir hazine mevcut ve sen onu bana göstermezsin ha.

- Bugüne kadar herhangi bir şey bilmiyordum, diye Efimianos cevap verdi. Arzu ettiğimiz bu kişiyi bulabilmemiz için, ben kölelerime soracağım.

Sonra Efimianos oradan ayrıldı ve evine gidip patrik, kral ve başka beyler için değerli koltuklar hazırlamağa gitti. Onlar biraz sonra evine gideceklerdi. Efimianos, herhangi bir faziletli adamı tanıyıp tanımadıkları hususunda kölelerine sordu. Aleksios’un kölesi cevap verdi:

- Beyefendim, sanıyorum ki, kendisine hizmet etmemi istediğiniz o yabancının olmasından şüphe ediyorum. Çünkü ben, o insanda, büyük meziyetler ve şahane şeyler görmekteyim. Haftanın her gününde oruç tutmaktadır. Her Pazar da komünyon almaktadır. Sonra az miktarda ekmek yiyor ve az miktarda da su içiyor. O, böyle beslenmektedir. Senin ona gönderdiğin yemeği diğer fakirlere dağıtmaktadır. Bütün gece uyumadan ibadet etemktedir. En harika olanı ise, diğer kölelerin küfürlerine ve de onu tartaklamalarına aldırış etmemektedir. Onu kızdırmak için, yıkadıkları çanakların o pis sularını üzerine atmaktadırlar. O ise, hiç kızmadan, şöyle sakin bir durumda durmaktadır.




Onu tanıma

Efimianos bunları işittiği vakit hemen onun hücresine koştu, ismini söyleyerek üç kere kapısını çaldı. Adını üç kere söylediği hâlde, Aziz Aleksios cevap vermiyordu. Kapıyı açıp içeri hücresine girdi. Onu orada, yere uzanmış, yüzü örtülü ve sağ elinde de eliyle yazdıklarını tutuyordu. O yazdıklarını almak istedi, fakat bunu yapamadı. Acele acele geri döndü. Olup bitenleri krala anlattı. Kral, değerli bir divan-yatak hazırlattı ve üzerine de onun naaşını koymalarını istedi.

Sonra, Aziz Aleksios’un yüzünün üzerindeki örtüyü kaldırdıktan sonra, onun bir melek kadar parladığını gördüler. O kadar ki, yüzüne zorlukla bakabiliyorlardı. O vakit, patrik ile kral diz çöktüler, onun kutsal naaşını öptükten sonra, büyük bir alçakgönüllülükle Aziz Aleksios’a dediler:

- Allah’ın adamı, sana yalvarıyoruz, senin kim olduğunu anlayabilmemiz için elindeki bu kâğıdı bize ver. Bu isteğimizi görmezlikten gelme. Günahkâr olmamıza rağmen, biz bu halkın başlarıyız.

Bunları gözyaşlarını dökerek söyledikten sonra, Aziz Aleksios o mektubu bıraktı. Büyük bir sevinçle onu aldılar. Herkesin duyması için, tam bir sükünet sağlandı ve büyük sesle o mektubu okumağa başladılar. Efimianos, bunları duyduktan sonra ve içindeki gizli sözlerden de, bu kişinin onun oğlu olduğuna kanaat getirdikten sonra, acı acı ağladı. Ayağa kalkarak elbiselerini yırtmağa başladı. Başından saçlarını yoluyordu. Göğsüne vuruyordu. Kutsal naaşının üzerine düştü. Naaşını, bağırarak ve ah çekerek gözyaşlarıyla suladı.

Hüngür hüngür ağlayarak feryadü figan ediyordu. Bu gürültü ve karmaşayı kadınlar da işitmiş oldular. Sevgili Aleksios’un o olduğunu anladılar. Acele ederek, yanına gitmek için yalın ayak oraya doğru koştular. İkisi de hüngür hüngür ağladı. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Bu olup bitenlerden sonra, sevinsinler mi yoksa ağlasınlar mı. Sonra da onları oradan, kutsal naşştan zorla çektiler. Tüm halkın onu görüp öpmesi için, Aziz Aleksios’un mübarek naaşını şehrin merkezine götürdüler.




Naaşının defni ve kerametler

O vakit bir sürü de kerametler meydana geldi. Sağır ve dilsizler konuşmağa başladılar. Kör insanlar görmeye başladılar. Kendilerine cin çarpmış olanlar tedavi oldular. Cüzamlılar temizlendi. Sadece kutsal naaşını öpmekle, her çeşit hastalık hastalardan yok oluyordu.

Sonra, kral ve patrik, kiliseye götürmeleri için divanı kaldırdılar. Bu yolculuğa o kadar insan katılmıştı ki bunların ilerlemelerine imkân yoktu. Halkın meşgul olması için, köleler tarafından, yere altın ve gümüş sikkelerin atılması emrini verdiler. Böylece halk, altın ve gümüş paraları toplamakla eğlenecek ve naaşa engel olmayacaktı. Ancak, halkın o kadar imanı çoktu ki, halktan hiç kimse, dönüp paralara bakmadı bile. Onların arzusu Aziz Aleksios idi. O zaman, başrahip, insanlara, ondan feyiz almaları için, herkes onu öpene kadar aziz naaşı toprağa vermeme sözünü verdi.

Onları zorla da olsa, kandırdığı için, kenara çekildiler ve o kutsal naaşı kiliseye getirebildiler. Onu orada bir hafta bıraktılar. Tüm bu günlerde, onun anne ve babası ile karısı baş ucunda bulundular. Hiçbir şey yemeden sürekli ağladılar. Sonra kral emir verdi ve aziz naaşı için bir gümüş muhafaza yapıldı. Mübarek naaşını bunun içine koyduktan sonra, onu toprağa verdiler. Sonra, o mezardan güzel kokulu yağ çıkmağa başladı. Kim de bundan alıp üstüne sürdüyse, tedavi oldu.


Kilisemiz, Aziz Aleksios’un anısını, ölüm günü olan 17 Martta kutlamaktadır.